Blog

Yurtdışında Yaşayanlar Yönünden Kadastro İşlemine Karşı Dava Açma Süresinin İlanen Tebligattan Başlatılması Hak İhlalidir

AYM’nin 19.07.2023 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan kararı kapsamında, kadastro işleminin ilanen tebligat yoluyla tebliğ edilmesi sonrasında kadastro işlemine karşı dava açma süresinin ilanen tebligattan başlatılması hak ihlali sayıldı. AYM’ye göre, yurtdışında yaşayan başvurucuların kadastro işleminden ilanen tebligat yoluyla haberdar olması mümkün olmayıp, dava açma süresinin katı bir yorumla ilanen
tebligattan başlatılması mülkiyet hakkının ihlalidir. (19.07.2023 tarihli ve 32253 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan AYM’nin 2019/7923 Başvuru Numaralı kararı)

Başvuruya konu somut olayda başvurucular, 1941 yılında ölen Ameliya Fitriyadu’nun (“miras bırakan”) mirasçılarıdır. 38/2 numaralı Sarıyer Müdevvere Defterine göre miras bırakanın üst soyuna kayıtlı olan sekiz farklı taşınmaz, 21.12.1953 tarihinde kesinleşen kadastro tutanaklarına göre Hazine adına tespit ve tescil edilmiştir. Oysa taşınmazlar, Osmanlı döneminde tapu kayıtlarını ve mülkiyet hakkını gösteren müdevvere defterlerine göre miras bırakanın üst soyuna aittir. Taşınmazlar, 03.04.1961 tarihinde İstanbul Belediyesi’ne, sonraki tarihlerde de farklı nedenlerle üçüncü kişiler adına tescil edilmiştir.

Miras bırakanın mirasçısı olan on bir kişi tarafından taşınmazların altı tanesi için Sarıyer 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde Sarıyer Belediyesi ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi aleyhine sicilin düzeltilmesi davası açılmıştır. Sarıyer 2. Asliye Hukuk Mahkemesi, 29.12.1995 tarihinde süre aşımı nedeniyle davayı reddetmiştir. Nitekim 2613 sayılı mülga Kadastro ve Tapu Tahriri Kanunu gereği özel kadastrosu yapılan ve tutanakları kesinleşmiş olan taşınmazlar için on yıllık hak düşürücü sürenin geçmesinden sonra, hala yürürlükte olan 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 1 yıl içerisinde dava açılması gerekmektedir.

Başvurucular daha sonrasında 10.04.2012 tarihinde iki ayrı dava daha açmıştır. Davalardan birisi üç taşınmaza; diğeri ise beş taşınmaza ilişkindir. Dava dilekçelerinde; murislerine ait olan taşınmazların hukuka aykırı olarak Hazine adına tescil edildiğini belirtmiş, ayrıca 3402 sayılı Kadastro Kanunu m. 12/3’te öngörülen on yıllık sürenin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı olduğunu ileri sürmüştür. Başvurucular, tapuların iptal edilmemesi halinde taşınmazların bedelinin tazminat olarak ödenmesine karar verilmesini talep etmiştir.

Mahkeme 17.12.2015 tarihinde davaları hak düşürücü sürenin geçtiği gerekçesiyle reddetmiştir. Kararların gerekçelerinde, kadastro tutanaklarının 1953 yılında kesinleştiği dikkate alındığında on yıllık hak düşürücü sürenin dolduğu ifade edilmiştir. Ayrıca tazminat talebi de 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nda yer alan bir ve on yıllık zaman aşımı sürelerinin dolduğu gerekçesiyle reddedilmiştir.

Bu kararlara karşı temyiz yoluna gidilmiştir. Başvurucular temyiz dilekçelerinde en temelde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (“AİHM”) ulusal hukuktaki itiraz süreleri içinde iptal davası açılmamasının tazminat ödenmesi yükümlülüğünü ortadan kaldırmayacağı yönündeki kararlara değinilmiştir. Dilekçelerde, devlet aleyhine açılacak davalarda on yıllık hak düşürücü sürenin söz konusu olmadığı iddia edilmiş; on yıllık sürenin mülkiyet hakkına ölçüsüz bir müdahale oluşturduğu ifade edilmiştir. Ayrıca başvuruculara tebliğ edilmeyen kadastro işlemine dayanılarak mülkün yitirilmesi halinde hak düşürücü sürelerin de işlemeyeceği öne sürülmüştür. Buna rağmen Yargıtay, her iki temyiz başvurusunu da reddetmiştir.

Başvurucular; tazminat talebinin zamanaşımına uğradığına dair mahkeme kararına karşı gerekçesi yönünden AİHM kararlarına atıfta bulunarak AİHM’in zamanaşımı süresinin geçmiş olmasına rağmen başvuruyu kabul edilebilir bulduğunu ve ihlal kararı verdiğini belirtmiştir. Başvurucular, maliklere tebliğ edilmeyen bir kadastro işlemi ile mülkiyet hakkından yoksun bırakıldıklarını öne sürmüş; AİHM’in Ocak/Türkiye kararına değinerek ulusal hukukta yer alan hak düşürücü sebeplere dayanılarak tazminat isteminin reddedilemeyeceğini iddia etmiştir. Sonuç olarak mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddia edilmiştir.

AYM uyuşmazlığı mülkiyet hakkı ve daha özelde, mülkten yoksun bırakma ekseninde değerlendirmiştir. İhtilaf konusu taşınmazların 38/2 numaralı Sarıyer müdevvere defterine kayıtlı olmadığıyla ilgili olarak derece mahkemelerince yapılmış bir tespit bulunmamaktadır. AYM bu bağlamda, müdevvere defterindeki kayıtların tapu hükmünde olup olmadığı tartışmalı olmakla birlikte taşınmaz üzerindeki tasarruf ve zilyetliği tevsik edici belgelerden olduğunu kabul etmiştir.

AYM mülkiyet hakkına müdahalenin varlığını kabul etmiştir. Zira başvuru konusu taşınmazlar 1953 yılında kadastro işlemine tabi tutulmuş, kadastro sürecinin sonunda taşınmazların Hazine adına tescil edilmesiyle önceki hukuksal durum ortadan kalkmıştır. Dolayısıyla kadastro işlemiyle başvurucuların mülkiyet hakkına yapılan bir müdahalenin mevcut olduğu kuşkusuzdur. Müdahalenin Kadastro Kanunu kapsamında kanuni dayanağı ve meşru amacı bulunduğunu belirten AYM, uyuşmazlıktaki müdahaleyi ölçülülük yönünden incelemeye geçmiştir.

Somut olayda, kadastro tespitinin ilan yoluyla tebliğ edildiği de gözetilerek kadastro tespitinin ilan yoluyla tebliğ edilmesi yönünden değerlendirme yapılmıştır. Kadastro çalışmalarının kesinleşmesinde sürenin uzaması taşınmaz mülkiyetine ilişkin tereddütlerin oluşmasına, hukuki belirsizliklerin yaşanmasına ve hak sahiplerinin haklarına geç ulaşmalarına neden olabilecektir. Kanun koyucunun kadastro tespitlerinin ilgililere tebliğinin ilan suretiyle yapılmasını öngörmesindeki amaç, taşınmazların mülkiyetine ilişkin belirsizlikleri bir an önce sona erdirmektir. Genel olarak kadastroya konu taşınmazların malikleri veya zilyetleri söz konusu taşınmazları doğrudan kendileri kullanmakta ya da hukuki ilişkiyle tasarruf yetkisini devrettikleri kişilere kullandırmaktadır. Her iki halde de malik ya da zilyedin ilanen
tebligat ile kadastrodan haberdar olması neredeyse kesindir. Buna rağmen, yurt dışında ikamet eden bir kişi yönünden taşınmazla bağını koparan istisnai durumların da bulunması halinde kadastro ilanından haberdar olunmasının oldukça güçtür. Bu gibi hallerde on yıllık dava açma süresinin otomatik olarak askı ilan müddetinin geçmesinden sonra başlatılması mülkiyet hakkı yönünden telafisi imkansız zararların doğmasına yol açabileceğinden mülkiyet hakkına yönelik ölçüsüz bir müdahale teşkil eder.

Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkiyet hakkının usul güvenceleri bağlamında dava açma sürelerinin söz konusu başvuru yoluna müracaat edilmesi imkanını ortadan kaldıracak veya aşın derecede zorlaştıracak derecede katı ve şekilci yorumlanmaması gerekir.

AYM bu ilkeleri somut olaya uygulamaya geçmiştir. Somut olayda Yunanistan vatandaşı olan başvurucular ve murislerinin kadastro çalışmalarının yapıldığı tarihte ve sonrasında Türkiye’de ikamet ettiklerine dair bir bilgi yargılama esnasında ortaya çıkmamıştır. Dolayısıyla başvurucuların kadastro tutanaklarına ilişkin ilandan haberdar olmamaları olağan görülebilir. Buna rağmen derece mahkemesince, Yunanistan’da yaşadığı sabit olan başvurucuların dava açma süresinin askı ilan müddetinden başlatılmasının katı ve şekilci bir yorum olduğu kanısına varılmıştır. Mahkemece dava açma süresinin kadastro tutanaklarına ilişkin askı ilan süresinin sonundan itibaren başlatılması başvurucuların kadastro işleminin hukuka aykırılığı iddialarını dava konusu etmesini imkansız kılmıştır.

Tapu kayıtlarının kesinliğe kavuşturulmasındaki kamusal yararın önemi inkar edilemese de başvurucuların mülkiyet hakkının korunmasındaki menfaatinin de göz ardı edilmemesi gerekir. Somut olayda başvurucuların Yunanistan’da yaşadığı olgusu gözetilmeden dava açma süresinin aşın katı ve şekilci bir yorumla, otomatik olarak kadastro tutanakların kesinleştiği tarihten başlatılması tapu sicilinin kesinleştirilmesindeki kamusal yarar ile başvurucuların mülkiyet hakkının korunmasındaki bireysel yarar arasındaki dengeyi başvurucular aleyhine aşın bir külfete yol açacak şekilde bozmuştur. Bu durum başvurucuların mülkiyet hakkına yapılan müdahaleyi orantısız kılmıştır.

Sonuç olarak başvurucuların mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmiştir.

Hazırlayan:
Av. Doğa Can Altınözlü

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir